Bağdat’ta Abbasi Halifelerinin iktidara geldiği 8. yüzyılın ortalarından başlayarak İslam ülkelerindeki bilim insanları, İspanya ve Fas’tan Çin sınırlarına kadar uzanan bir bölgede önemli bilimsel başarılar elde ettiler.
Bu başarılar gerçekte etnik ve dini sınırları aşan bir nitelikteydi ve çalışmalara katılanlar, Araplar kadar, İranlılar, Türkler ve daha başka etnik kökenden insanlardı. Ayrıca Müslümanların yanı sıra sayıları az olmakla birlikte Musevi, Hıristiyan ve daha başka dinlerden bilim insanlarının da bu başarıda payları vardı.
Bu gerçeğe de bağlı olarak bilim insanları sadece Yunan kültürel mirasından değil, İran, Hindistan, Orta Asya ve Çin bilim ve kültür mirasından da yararlandılar. Böylece İslam uygarlığını temsil eden bilimsel araştırmalar yaklaşık 400 yıl boyunca, tarihte ilk kez uluslararası bir olgu niteliğini kazandı. Başlıca bilim merkezleri, Cundişapur (Güneybatı İran’da), Bağdat, Şam, Kahire, Horasan, Semerkant vb. gibi şehirlerdi. Bu bilimsel çalışmalar, klasik bilim mirasını zenginleştirdi ve Antik Yunan uygarlığı ile modern çağ arasında köprü kurdu. Böylece Avrupa bilim tarihinin ayrılmaz bir bölümünü oluşturdu.
8. ve 10. yüzyıllar arasında Yunancadan, Farsçadan, Sanskritçeden ve daha başka dillerden Arapçaya yapılan yoğun çeviri süreci, olağanüstü yoğunlukta bir Arapça bilimsel ve tıbbi literatürün oluşmasını sağlamıştı. Bu bilgi birikimi daha sonra çeşitli keşiflere ve sentezlere temel oluşturdu.
Galen’in ve Hipokrat’ın tıbbi metinleri, Aristoteles’in bilimsel ve felsefi eserleri, Öklid’in Elementler’i ve Ptolemy (Batlamyus)’nin Almagest’i Arapçaya çevrildi. Harran’lı Sabit bin Kurra, Yunancadan matematik eserlerini çevirdi. Dioskorides’in yazılarını Müslüman, Hıristiyan ve Musevi entelektüeller işbirliği yaparak Arapçaya çevirdiler.
El Kindi ve İbn Heysem fiziğe, Sabit bin Kurra ise matematik ve astronomiye önemli katkılarda bulundu ve sinüs teoremini formüle etti. Ebul Vefa Buzcani trigonometriyi geliştirdi, Beni Musa kardeşler matematiğe ve mekaniğe katkılarda bulundular. Razi, çok çeşitli hastalık bilgilerini içeren büyük bir tıp ansiklopedisi hazırlamıştı. Bilim insanı ve filozof İbn Sina ise iki büyük eseri olan Şifa’yı ve Kanun’u hazırladı. Kanun, 17. yüzyıla kadar Avrupa’da tıp eğitiminde temel bir kitap olarak kullanıldı.
İslam dünyasında bilimde ilerleme ve yaratıcılık döneminin en önemli simaları, çok farklı coğrafi bölgelerden geliyorlardı. Örneğin; el Kındi Irak’lı bir Arap, Farabi (Avennasar) Özbekistan’lı bir Türk, Razi İran’lı bir Pers, el Biruni bir Harezmi, İbn Sina (Avicenna) Türkistan’lı bir Türk, el Heysem Irak’lı bir Arap, Sabit bin Kurra Urfa’lı (Harran’lı) bir Arap, Ebul Vefa Buzcani İran’lı bir Arap ve İbn Rüşd (Averroes) İspanya’da Cordova’lı bir Araptı.
İslam ülkelerindeki bilimsel başarıların Avrupa üzerindeki etkisi, 10. yüzyılın sonlarından itibaren hissedilmeye başlanmıştı. Fakat gerçek anlamda etkilenme, bilim ve felsefe eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrildiği 12. yüzyılda görüldü. Bu çeviri sürecinin iki büyük iletim hattı ve merkezi, Sicilya ve Toledo (İspanya) oldu.
İslam dünyasından Avrupa’ya yönelik büyük bilimsel ve kültürel çeviri süreci elbette karşılıklı bir ilişki süreciydi. Bu kültürel dinamikte Avrupa’da bilimsel, felsefi ve kültürel bir uyanış ve arayış çağının başlamakta olmasının rolü önemlidir. Bu dönemde İslam uygarlığı da altın çağını yaşıyordu. Kültürel ve ekonomik olarak gelişiminin doruklarındaydı. İslam dünyasındaki bilim insanları Yunan bilimini korudular fakat bununla yetinmediler, bilime kendileri de önemli katkılarda bulundular. Bu insanları, deneyciliğin müjdecileri ve modern deneysel bilimin ataları olarak görebiliriz.
12. yüzyıldan sonra İslam ülkelerindeki bilimsel çalışmaların söndüğü genel olarak kabul edilir. Bilimsel çalışmalar giderek durdu ve entelektüel evrim kesintiye uğradı. Ancak her şey tamamen bitmiş değildi. İslam dünyasındaki bilimsel gelişme dinamiği, 12. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında daha doğuya (Orta Doğu’dan Asya’ya) ve Araplardan Türklere ve İranlılara doğru kaydı. Bu dönemde bu bölgedeki kültürel ve entelektüel çalışmalar parladı ve bilimsel çalışmalar özellikle matematik ve astronomi alanında yükseldi.
İlhanlı hükümdarı Hulagü, büyük astronom Nasiruddin-i Tusi’ye Maraga şehrinde 1259’da Maraga Gözlemevi’ni kurdurttu. 1420’de Uluğ bey Semerkant’ta, 1577’de de Takiyüddin İstanbul’da gözlemevleri kurdular. Bu gözlemevlerinde hem zamanın en iyi astronomları ve matematikçileri çalışıyor hem de en iyi gözlem aletleri ve teçhizat kullanılıyordu. Semerkant’ta Gıyaseddin Cemşid (Kâşi), ondalık kesirleri buldu ve pi sayısının değerini doğruya en yakın şekilde hesapladı.
Taküyiddin’in İstanbul Gözlemevi’nin bu dönemin son evresini temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bu gözlemevinde Tycho Brahe’nin kullandığı astronomik aletlerin çoğu bulunuyordu ve astronomların gözlemleri sırasında yaptıkları bazı hesaplamalar da Tycho Brahe’ninkilerden daha doğruydu.
İslam dünyasında bilimin ve entelektüel yaratıcılığın sönmesinin başlıca nedeninin, 12. yüzyıldan başlayarak İslam teolojisinde bilimde akli ve nakli bilimler şeklinde ayrım yapılmasının ve akli bilimlerin de nakli bilimlere bağlı ve ikinci derecede görülmesi anlayışının egemen hale gelmesi olduğunu söyleyebiliriz.
İslam ülkelerinde siyasi iktidarların çok sık değişmesi, bilim destekçisi yöneticilerin her zaman görülememesi, bilim ve kültür merkezlerinin de sık sık değişmesine neden oluyordu. Bu siyasi istikrarsızlık da bilimsel gelişmeleri ve bilimsel çalışmaların sürekliliğini olumsuz yönde etkilemiştir.
16. ve 17. yüzyıllarda İslam dünyasındaki bilimsel ve entelektüel yaratıcılık sönmüş durumdaydı. Fakat ilginçtir ki, bu yüzyıllar, Avrupa’nın İslam dünyasındaki bilimden en çok etkilendikleri asırlar oldu. Çünkü bilimsel devrimin başladığı bu asırlarda Avrupa, daha önce optikte, matematikte, astronomide ve diğer alanlarda özümsemekte yetersiz kaldığı İslam dünyasındaki bilimsel başarıları değerlendirmeye ve yükseltmeye artık daha hazır durumdaydı.
Avrupa’daki yeni bilimsel çağın doğuşu, İslam dünyasındaki bilimden ayrı düşünülemez.