Bir rivâyete göre, bir zamanlar Edirne’den ağaca çıkan bir sincap İstanbul’da yere inermiş. Evliyâ Çelebî’miz’e âit olduğu söylenen bu satırlar, lâtife yollu da olsa bize pek çok mesajlar vermektedir. Millî kültürümüzün pek çok unsuruna ev sâhipliği yapmış, Cihân Devleti’nin kalbi olmuş, Rûmeli ayağının bir ucu Edirne, bir zamanlar ağaçları pek bol bir yermiş. Türk mîmâr, usta ve işçilerinin mârifetiyle kıdemi bir hayli yüksek ve de nakış nakış bezenmiş yapıları, günümüze ulaştırmıştır. İşte bu klâsik san’atlardan biri de “Edirnekâri“dir. Bu klâsik mîrâsın modern dünyâmızda ayakta kalıp nesilden nesile aktarılmasını sağlamak hayâtî bir önem taşımaktadır. “Bugün Edirnekâri’nin konumu nedir?” sorusu etrâfında Edirnekâri’yi daha iyi anlamak için bir Edirnekâri ustamızı ziyaret edeceğiz.
Halil Teksöz Bey, Edirne’de bir Edirnekârî ustası. Yapmış olduğumuz görüşme ile bu kadîm san’atımıza dâir bilgileri ve mevcut aksaklıkları sizlere bu yazı ile aktarmaya çalışacağım. Gelin ustamıza kulak verelim:
“Edirnekârî, Edirne işi demektir. İlk defa Edirne’de 11.-12. yüzyıllarda ortaya çıkan ve Edirneli sanatçıların elinde başlı başına bir özellik kazanan bir tekniktir. Eski Türk evlerinin vazgeçilmez eşyâları, sandıklar, kapı kanatları, kavukluklar, niş, para ve yazı kutuları gibi günlük hayatımızda kullandığımız pek çok nesneye Türk damgasını vuran eserlerin bezenmesidir Edirnekârî. Bu bezeme, sâdece boyama değildir.
Ahşap, ihtiyâca göre Osmanlı mâcunu veya zımpara ile ıslâh edilir. Alt Zemin boyaması için renkli toprak boya veya bataklıktan elde edilen bir nevi zift ile eskitme yapılır. Daha sonra da üzerine uygulanacak motif tasarımı kopyalanır. Rûmî, hatayî, geometrik şekiller, çiçek, meyve ve manzara gibi… Çizilen motifin dışı ince uçlu fırça ile kontürlenir. Motiflerin içleri toprak boya ve altın varak kullanılarak boyanır. Tabiî vernikle cilâlanır
Ahşap işlenirken boyama, bezeleme ve oyma eserler ile birleştirilir. Edirnekârî oyma, boyama, oyma ve boyama eserler diye üçe ayrılır. Bunlardan en çok kullanılanı boyama eserlerdir. Bugün Selîmiye Câmii’nin etrâfındaki mahfiller, Eski Câmi’in müezzin mahfilleri tamamen Edirnekârî’dir. Bunların dışında Mimar Sinan’ın ve kalfalarının yapmış olduğu câmilerin tavanlarının çoğu Edirnekârî’dir. Edirne Sarayı tamamen Edirnekârî idi.”
Edirne Selîmiye Câmii Mahfili
İşte, Edirne’nin öz bağrından hayat verdiği nakışları Edirnekârî adı ile bizlere on birinci asırdan beri Tunca, Meriç ve Arda’nın nazlı nazlı Edirne topraklarında kavuşmalarını fısıldamaktadır âdetâ. Türk medeniyeti’nin bir parçası olmuş olan Edirnekârî, Türk insanının idrâkidir.
Kaynaklarda Edirnekârî 14. asırda başlamış deniyor, ama Halil Usta bu san’atın 11. yüzyıla kadar uzandığını bize belgeleriyle sunuyor. Edirnekâri bu bölgede, bu yörede, Edirne’de ortaya çıkan bir san’at. Buralar ahşabın bol olduğu yerler o zamanlar. Bu vesîleyle ahşap işçiliği de gelişmiştir. Ayrıca Edirne, Türk Cihân Devleti’nin kalbi iken bütün ticaret yollarının da geçiş noktası olması ile hareketli bir konuma sâhipti. Batı’ya açılan kapı Edirne, Doğu’ya açılan kapı da Şâm idi. Edirne o zamanlar sınırları Harmanlı, Haskova, Filibe sancağına kadar uzanan büyük bir vilâyet idi. Bu konuda değerli târihçimiz Turgut Güler Beyefendi de “Edirne, 1362’den 1830’a kadar, hep büyük ve geniş bir Türk coğrafyasının ortasında, merkezinde yer aldı.” satırlarını eserlerinde zikretmektedir.
Edirne, 1362’den 1830’a kadar, hep büyük ve geniş bir Türk coğrafyasının ortasında, merkezinde yer aldı. Halil Usta bizlere Edirnekârî’nin 11. yüzyıla uzandığını belgeleri ile anlatıyor:
“Elimizde Peçenekler’den kalma belgeler var, diyor. Peçenekler, 11-12. yüzyıllarda Balkanlar’a gelip yerleşmiş Türkler. Orijinal eserlere baktığımızda üzerlerinde hangi “boy”un ustaları tarafından yapıldığına dâir “tamga”lar var, meselâ Kayı Boyu. Şâm’da bir câmide Edirnekârî bir tavan var, eseri oluşturan tamgayı içine saklamış. Eser, Kayı Boyu tarafından yapılmış. Selîmiye Câmii’nde Peçenekler’e âit bir tamga var, motifi işleyen içine o tamgayı saklamış. Eskiden “boy”lar önemli idi, şu “boy”un ustaları diye anılırlardı. Bu san’at tamâmen Türk menşe’lidir. Kâşgarlı Mahmûd’un yazmış olduğu bir kitap var, onda “giz” kelimesi geçiyor, “sandık” demek “giz”. Bu sandıkların özellikleri işlemeli ve süslü olmalarıdır. Orta Asya’dan gelirlerken bu sandıklar çok önemli, hepsi boyalı, işlemeli. Sandık ne kadar işlemeli ise bu, kişinin o kadar varlıklı olduğunu gösteriyor. Bugün çeyiz sandıklarında kullanıyoruz süslemeyi. Yüklük sandıklarında sâdece kapak kısmında süsleme var ve bu Balkanlar’da hâlâ kullanılıyor.
Edirnekârî usûlü eserlerde, yapan ustanın imzâsı yoktur. Ortaklaşa yapılan bir iştir. Bir sandık düşünelim, sandığı marangoz yapar, üstündeki boyayı bezeme ustası yapar, tekrar marangoza döner, kabarası, yâni çivilemesi, başka usta tarafından yapılır, cilâsı başka usta tarafından yapılır. Bu sebeple kimse Edirnekârî usûlünde, “Bu benim eserim.” diyemez. San’atın güzelliği de burada. Bu, ortak çalışmanın ortaya koyduğu bir san’attır. Marangoz, boya ustası, tasarımcı, cilâ ustası, kontürcü, hepsi ayrı çalışır. Bu yüzden bu insanlar san’atçıdan ziyâde zanaat sahipleridir demek, daha doğrudur. Bizler zanatkârız, mevcut olan bir işi devâm ettiriyoruz. Motiflere baktığımız zaman da geçmişe âit eserlerden esinlenmeler var…”
Edirnekârî, okullarda “Klâsik Türk San’atı” alanında ders programlarında yer alıyor mu?
“Meslek yüksek okulları bu dersi vermeye çalışıyor. Fakat 1950’den sonra bir problem ile karşılaşıyoruz. 1950 ile 1980 arasında geleneği sürdüren ustalarımızın yüzde 80’ini kaybetmiş bulunuyoruz. Dünyâ bir modernleşmeye girerken, biz Türkiye olarak modernleşmeye daha hızlı koşuyoruz. Koşarken bize âit olanı elimizden bırakmayı mârifet saymışız ve klâsik san’atlarımızı bırakıp modern san’atlara yönelmişiz. Bu modern san’atlar sâdece resim ve heykel değil, bütün alanları kapsıyor. Ancak bu arada olanlar oldu ve biz klâsik san’at ustalarımızı kaybettik. İşsizlik, yeni teknolojilerin gelmesi, estetik yuvarlak şekil anlayışını dik köşeli geometrik şekillere kaydırdı. Meselâ 1960 ve 70 lerin mobilyaları hep dik köşelidir. Daha öncekiler yuvarlak köşeli, esnek ve simetrikdir. Kaybolan ustalarla bu gelenekler de yavaş yavaş ölmeye başlamıştır.
İkinci problem: Okullarda akademisyenlerimizde problemler var. Okuldan mezun olup hemen akabinde aynı okulda akademisyen olanlar var. Bu insanlar sâhayı bilmiyorlar, iş yapmadıkları, işe ellerini bile değdirmedikleri için, işi bilmiyorlar. Meselâ bir marangozhâneye girseler, marangozluğu bilmiyor, bir taş ocağına gitse, taşın nasıl işlendiğini bilmiyor, daha sonra bunların derslerini vermeye çalışıyorlar. Çini atölyesine gidip o çamuru eline almıyor, elleri bulaşmıyor. Türkiye’de çinide de problem var maalesef. Bugün çinide 8 veya 9 gerçek ustamız kaldı. Artık çini sırlamayı kimse bilmiyor. Hazır tabağı boyamayı biliyor, ama sırlamayı ve fırınlamayı çoğu kişi bilmiyor. Bu durum okullarımıza da yansıdı tabiî olarak. O eski ustalar kaybolduğu için okullardaki akademisyenler de bunları bilmiyorlar. Edirne Meslek Yüksek Okulu’nda ilgili bölümde 2 yıl içinde 25’e yakın ders veriliyor; hat, tezhib, Edirnekârî, çini vs. vs. veriliyor… Ve bütün bu dersleri iki hoca veriyor. Bu vaziyet diğer okullarda da aynı. Görüştüğüm ve malzeme tedârik ettiklerim var, oradan biliyorum. Bu konuda okullar 25 ayrı çeşit ders vermek yerine, belli alanlara yönelip 3 ya da 4 ders vermeliler. Meselâ Edirne’deki okulda Edirnekârî, hat, sabun ve bir gelenekten gelen sanat dersi verilmeli. Bununla birlikte Halk Eğitim Merkezleri de sanat dersleri veriyor. Bu yanlış. Kültür Bakanlığı var. Bakanlığın elinde güzel kadrolar, yetişmiş ustalar ve imkânlar mevcut. Meselâ Edirnekârî ustası, bir sene gelip bunun dersini verebilir. Halk Eğitim Merkezi kezâ,250 ders sonunda sertifika verip bitiriyor. Kursu tamamlayan kişi hemen “Ben sanatçıyım.” diyor, “Hayır! Ben 20 seneden beri bu işi yapıyorum, 20 senedir hâlâ kalfayım.” Bir de kursa gelenler daha üçüncü derse geliyor, sosyal medyada sayfalarına hemen “Edirnekârî San’atçısı” yazıyor, ben 20 senedir daha böyle bir söz kullanmadım. Fakat sevinerek söyleyebilirm ki şu ânda beni devâm ettirebilecek 10-12 kişilik bir ekibim var.”
Edirnekâriye ilgi nasıl?
“Her yaş grubundan ilgi var. 20 yaşından 70 yaşına kadar ilgi var. Her kesimden insanlar geliyor, hiç ayırımsız. Fakat ilgi şahsî bir mesele olduğu için bâzen 20 yaşında ilgili olan biri varken, bir başkası kafasını dahi çevirip bakmadan geçebiliyor. Yaşdan ziyâde kişi anlayışı ve zevki ile ilgili bu konu.”
Edirnekârî’ye sizin ilginiz nasıl başladı?
“1982 yılında Selimiye Câmii’nin restorasyonu ile başladım. Ben çırak olarak katıldım. Bu restorasyon yılı Mimar Sinan Üniversitesi dâhil Türkiye’den önemli usta ve akademisyenlerin katılımıyla, Selimiye Câmii’nin ayağa kalkış yılı oldu. Bundan önceki restorasyon 1956 yılında yapılmış ve maalesef restorasyonda görev alacak Türk ustalar ve uzmanlar olmadığı için Selimiye Câmii’nin restorasyonunu İtalyanlar yapmış. Ustaları bırakın, kalemciler bile İtalya’dan getirilmiş. 1982 yılında Mimar Sinan Üniversitesi dâhil olmak üzere Türkiye’nin en değerli akademisyenleri ve ustaları ile 200 kişilik bir ekiple
ilk olarak bu işe başladım ve fırçayı ilk kez orada elime aldım. Orada 17 ay geçirdim. Orada ne yaparsan yap, bir şeyler öğreniyorsun. Restorasyon sırasında, “mahfili ellersek bozulur.” dediler. Sâdece basit düzeltmeler yapıldı böylece. Selimiye Câmii 2018 yılında yeni bir restorasyona giriyor. Edirnekârî ye dokunulmayacak, ancak cam içine alınarak, korunarak restore edilmesini teklîf ettim. Selîmiye Câmii kıymetli, elimizde kalan en eski Edirnekârî örneklerini barındırıyor. Tabiî en eski örnekler Eski Câmi’de… Şâm’da, Mısır’da, Fas’ta, Bulgaristan’da (Tombul Paşa Camii) Yunanistan’da hep Edirnekâri örnekleri günümüze kadar gelmiştir.”
Bu san’atın zorlukları nelerdir?
“En zor yanı Edirnekârî’yi insanlara anlatmak. İnsanlar bunu ahşap boyama sanıyor, hayır, değil! Biz ahşabı ehlîleştiriyoruz. Güzelce zımpara ediliyor ve bir takım işlemlerden geçiyor ahşap. Yoksa asırlarca nasıl dayanır?”
Şu ânda Edirne’de bu san’atı yerine getiren ustalar kimler?
“Biz Edirnekârî ustalarını “bezeme ustası” ve “ahşap ustası.” diye ayırıyoruz. Ben hem ahşap ustası, hem bezeme ustasıyım. Şu ânda bezemeyi, yâni sadece ahşabı boyamayı bilen ustalar var. Çalışacağım malzemeyi seçtikten sonra önce motifini çiziyorum. Motifi çizdikten sonra simetrisini hazırlıyorum. Çünki eserlere bakacak olursanız bizde Selçuklu’lardan gelen sekizgen ve altıgen, ongen, onikigen bu yirmidörde kadar çıkıyor yıldızla başlayan bir simetri hastalığı var diyebiliriz. Biz Türkler (Oğuz Türkleri) 24 boy olduğumuz için bu şekiller 24’e kadar çıkıyor. Baktığımız zaman simetriyi ve objeleri bozmadan simetriyi korumaya çalışıyoruz. Altın ve gümüş renklerini renk olarak kabul etmiyoruz, bizde 4 temel renk var: Siyah, kırmızı, çivit mavi ve yeşil. Çok açık bir yeşil veya çok koyu bir kırmızı kullanamazsınız, bunları tonlamanız gerekiyor. Çivit mavi ve turkuazı, hemen hemen her eserde kullanırız. Bu dört ana renk Edirnekârî’de doğu, batı, kuzey ve güney yönlerini temsil eder.”
Edirnekârî üslûbuna tesir eden çiçek demeti ve meyve sepeti gibi dizaynları içine alan barok ve rokoko etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneklerini görebileceğimiz eserler nelerdir?
“18. yüzyılın ikinci devresine âit kurdeleli çiçek demeti desenleri vardır. Bunlar İtalyan rokokosu ile baroku karıştırarak yapılan 18. yüzyılda ortaya çıkmış bir tarzdır.
Edirne evlerinin en belirgin özelliği olan tavan süslemelerinde XIX. yüzyıldan itibâren rokoko üslübu hâkim olmuş ve bitki motiflerine geniş yer verilmiştir. Örneklerini bugün görebileceğimiz eserler; Topkapı Sarayı’ndaki Harem Dâiresi’nin meyve sepetlerinden oluşan Yemiş Odası, bu çalışmaya güzel bir örnektir. Yemiş Odası denmesinin sebebi de elma, armut gibi meyvelerin Edirnekârî tekniği ile yapılmış olmasıdır. Bir diğer örnek; Bulgaristan Şumnu’daki Tombul Paşa Câmii’nde bildiğiniz kabak ve kavun resimleri, Edirnekârî tekniği ile yapılmıştır. Bu câmiin lâlelerle işlenmiş muhteşem bir minberi vardır. Tavan kezâ öyle, Edirnekârî işçiliği. Ayrıca bu câmide çok güzel hat örnekleri vardır. Yine bugün Şâm’da, Mısır’da, Fas’da ve Yunanistan’daki Türk eserlerinde, Edirnekârî günümüze kadar gelmiştir. Kurdeleli çiçek desenleri genellikle mezar taşı işçiliğinde kullanılmıştır.”
Şerif Halil Paşa, Tombul Camii- Bulgaristan-Şumnu
Ustamız 18. yüzyılda oluşan barok ve rokoko akımını, Edirnekârî’nin modernleşmesi olarak nitelendiriyor ancak kendi adına sâdece klâsik Türk motifleri üzerinde çalıştığını şu cümlelerle anlatıyor:
“18. yüzyılda kesiyorum, çünki bana hitap etmiyor bunlar. Bana boyumdan, soyumdan, an’anelerimden gelen motifler daha çok şey anlatıyor. Bunlar, yabancı bir tasarım gibi geliyor. Bazılarına hoş gelebilir, mahzûru yok. Ayrıca Romin motifler de kullanıyorum. Bunlar hayvan motifleri ve bunlar klâsik Türk desenleridir. Ben bunları kullanıyorum. Bunlarda güvercin, horoz, çift başlı kartal, insan figürleri, dağ keçisi gibi motifler. 11. yüzyıldan günümüze gelen klâsik motiflerdir.”
Edirnekârî ayrıca Diyarbakır, Bursa, İstanbul gibi yerlerde bazı câmilerde kullanılmıştır. Bu konuda bilgi alabilir miyiz?
“Buralarda teknik olarak Edirnekârî uygulanmış, ancak yöreye özgün motifler kullanılmış. Meselâ Diyarbakır’da bir câmi var, biraz daha modern ve bölgeye has motifler kullanılmış. Bir de tahtalı câmiler var, bunlara bakıyorlar, hemen Edirnekârî diyorlar. Her motif Edirnekârî değildir. Bunu ayırdetmek çok zordur. Bu örnekleri belge filmi yapımcıları ahşap boyama diye aktarırlar, çünkü tamamında değil, belli bölümlerinde Edirnekârî vardır. Bu da üslûp ve teknik farkıdır.”
Edirnekârî şu ânda ne durumdadır?
“Devletin derhâl Edirnekârî öğreten bir okul açması lâzım. Bu okullarda, iki yıl içinde öğrencilere sıfırdan başlayıp ahşabdan bir obje yapmayı, motifi tamamlamayı ve bitirmeyi içine alacak şekilde, Edirnekârî’nin her safhasının öğretilmesi gerekiyor. Meselâ tavan göbeği çalışmamı istiyorlar, kartonpiyer yerine bu tercîh ediliyor. Fakat ustalar fazlalaşsa klâsik san’atımız evlerimize kadar gelebilecektir. Ancak bu işin fabrikasyonu yok, ne yapacaksınız? Atölyelerin sayısını arttıracaksınız. Meselâ Edirne’de benim rakîbim yok, tek atölye benimkisi, gerisini siz düşünün… “
Halil Teksöz Usta’mıza teşekkür ederek Edirnekârî’ye dâir bir öz eleştiriyi de yapmadan bu yazıyı noktalamak olmaz.
Edirnekârî, 600 yıllık kadîm bir Türk san’atı ve Türk’ün kültür mîrâsıdır. Ancak günümüzde bu san’atın tanıtımında ve gelecek nesillere aktarılmasında sıkıntılar ve noksanlıklar vardır. Evvelâ okullarda doğru eğitim verilmeli, eğitimciler ve program yapıcılar öğrenciye alanında uzmanlaşabileceği bir zaman rahatlığı sağlayarak ustalığa giden yolda ehlîleşmesine yardımcı olacak doğru programlar yapmalıdır. 1957 yılında İtalya’dan usta ve uzmanlar getirtip kendi eserimizi restore ettirenler acaba bu durumdan hiç ders almadılar mı? Bugün Edirne’de Edirnekâri’yi ahşabın ehlîleştirmesinden, desenleri uygulamasından son noktaya kadar getirecek “tek bir” kişi var. Bu san’at Edirne’de doğmuş ise, bu sayı bizleri ciddî olarak düşündürmelidir. Yazık değil mi?
Asırlar önce temeli atılan ve bunca ihmalkârlığa rağmen ayakta kalmaya çalışan Edirnekârî, Türk medeniyeti’nin bir parçası, Türk insanının gönlü, dimâğı ve idrâkidir. Bir medeniyetin oluşumunda ve inşâsında bir dış dünyâ kurabilmek için o medeniyeti inşâ eden iç dünyâyı, çekirdeği, yani insanı donanımlı hâle getirmek gerekir ki, eserlerini gelecek nesillere aktarabilsin. Edirnekârî, millî varlığımızın bir parçasıdır. Ona hakettiği değeri verip, sâhip çıkabilecek ve gelecek nesillere daha nice yüzyıllar boyunca aktarabilecek miyiz acaba?