Prof. Dr. Hasan Yüksel
Eski Türk ve İslam toplumlarında, bugünkü modern devlet anlayışı çerçevesinde devlet tarafında deruhte edilen eğitim, sağlık, kültür ve (ailenin sosyal güvenliği dahil) diğer bütün sosyal hizmetlerin toplumdaki varlıklı bireyler tarafından tesis edilen vakıflarca ifa edildiği bilinmektedir.1
Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Hicretin ilk asrında teşekkül eden ve ikinci asrın son yarısında hukukî şeklini alan vakıf müessesesi, toplumun gereksinim duyduğu birtakım dinî, kültürel ve diğer sosyal hizmetleri karşılamak; başka bir ifadeyle toplumdaki fakirlere, kimsesizlere, talebelere, yolculara el uzatmak amacıyla İslam’daki sadaka-i cariye düşüncesine dayalı olarak varlıklı kimselerin bireysel mallarını, mülklerini kendilerince belirtilen amaçlara tahsis etmeleri sonucu ortaya çıkmıştır.
Ne varki, dinî ve hayrî bir gaye ile ortaya çıkan ve hayrî vakıf (şer’î vakıf) olarak adlandırılan bu vakıfların yanında şekilce ona benzemekle beraber, büsbütün ayrı bir mahiyet arz eden ve menfaati vakıf kurucusuna yahut mirasçılarına veya vakfiyesinde belirlediği kimselere tahsis edilen aile vakıflarının da İslam’ın ilk devirlerinden itibaren ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.2
İslamın ilk devirlerinden itibaren zuhûr eden bu aile vakıflarının, H. 82/M. 701 tarihinde vefat eden Kadı Şureyh gibi ilk İslam hukukçularının şiddetli hucumuna uğradığı3 ve bu itirazların -aşağıda belirtileceği üzere- daha sonraki devirlerde de ve hatta XVII. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı bilgini Katip Çelebi tarafından da sürdürüldüğü görülmektedir.
Buna karşın, ailevî vakıfları savunan İslam fakihlerinin, bu tür vakıfları, diğer hayrî bir gayeye matuf olan vakıflar gibi meşru bir zemine oturtmak için, İslamın sadaka-i cariye fikrine başvurdukları görülmektedir. Bunun için Hz. Peygamber’in, “fakire sadaka sadakadır; yakın akrabaya sadaka ise hem sadaka hem sıladır” hadisine dayanarak, akrabaya yapılan vakfın sadaka olduğunu delil olarak göstermişlerdir.4
Halbuki, Hz. Peygamber’e atfen ve İslam fakihlerince ailevî vakıfların meşruluğuna delil olarak gösterilen hadiste “yakın akaraba” ifadesiyle, şer’i miras hukukuna göre eshab-ı feraiz arasında yer almayan akrabalara işaret edildiği anlaşılmaktadır. Aile vakfı kurucularının vakfiyelerine bakıldığında ise, bunların mallarını ve mülklerini, evvelen kendilerine ve ölümlerinden sonra da evlâd-ı evlâd-ı evlâdlarına, ondan sonra kölelerine veya uzak akrabalarına; evlâd ve yakınlarının nesilleri kesilince Harameyn gibi dinî kurumlara tahsis ettikleri ve böylece şeklen şer’i vakıflara benzer tasarruflarda bulundukları görülmektedir. Bu durumda İslam fakihlerinin ailevî vakıflar konusunda ileri sürdükleri gerekçelerin, pek de makul olduğu söylenemez; çünkü, İslam’da mülkiyet edinme, miras bırakma, vasiyet ve hibede bulunmak gibi ferdin hâl-i hayatında hür iradesi ve re’yi ile tasarrufta bulunabileceği veya ölümünden sonra geçerli olabilecek hak ve selahiyetleri vardır. O halde bu insanlar, durup dururken neden ve niçin mallarının veya mülklerinin tamamını ya da bir kısmını kendilerine, çocuklarına veya başka akraba ve yakınlarına vakfetsinler? Burada şunu da belirtmek gerekir ki, daha önce değişik vesilelerle Türk ve İslam tarihi üzerinde çalışan yerli ve Batılı araştırmacılar bu sorulara cevaplar aramışlar ve aile vakıflarının İslam dünyasında yaygın bir şekilde böylesi bir uygulama alanı bulmasına ilişkin birtakım görüşler serdetmişlerdir.
İşte, bu araştırmada Türk toplumunda vakıf ve aile ilişkisi irdelenirken, yeri geldikçe de bu sorular ve görüşler üzerinde durulacak; vakfın Türk toplumunda aile kurumuna ne gibi katkılarda bulunduğu ve bu uygulamaya hangi gerekçelerle karşı çıkıldığı, ailevî vakıf kuranların amaçları, toplumsal statüleri, servetleri ve bu tür vakıfların yaygınlık oranları gibi benzer sorulara ilişkin cevaplar, Türkiye Selçukluları ve Osmanlı tarihi dahilinde aranacaktır.
I. Türk Toplumunda Ailevî ve Yarı Ailevi Vakıflar
Bugün, Türkiye Selçukluları’ndan itibaren Anadolu’da tesis edilen vakıfların muhtelif arşivlerde veya ellerde mevcut bulunan vakfiyelerine bakıldığında, gelirinin tamamını vakıf kurucusunun kendisine, aile ferdlerine veya vakfiyesinde belirlediği diğer yakınlarına tahsis eden zürrî/ailevî/ehlî veya adi gibi değişik isimlerle nitelendirilen aile vakıflarının yanı sıra; bir kısım gelirlerini de toplumun gereksinim duyduğu birtakım muhtelif sosyal ve dinî hizmetlere şart koşan yarı ailevi (veya yarı zürrî) vakıfların da bulunduğu ve hatta bu tür vakıfların azımsanmayacak oranda oldukları görülmektedir.
İslam dünyasında tesis edilen vakıfların büyük çoğunluğunu bu tür aile vakıfları oluşturmaktadır.5 Bu durum Türkiye Selçukluları’ndan itibaren Anadolu’da tesis edilen Türk vakıfları için de geçerlidir. Her ne kadar Türkiye Selçukluları döneminde tesis edilen ve vakfiyeleri bugüne ulaşan vakıflar amaçları bakımından sayısal bir incelemeye tâbi tutulmamışlarsa da, kimi araştırmacılar tarafından neşredilen Selçuklu devri vakfiyelerinde görüldüğü kadarıyla bu vakıfların büyük bir kısmının ya ailevî veya yarı ailevi vakıflar oldukları anlaşılmaktadır.6
Osmanlı dönemi vakıfları üzerinde daha net bilgiler bulunmaktadır. Sözgelimi, XVII. yüzyıl Osmanlı vakıflarının %33.54’ü (313’ün 105’i) ailevî ve %43.45’i (136’sı) yarı ailevîdir;7 diğer bir ifadeyle XVII. yüzyıl Osmanlı devri Türk toplumunda tesis edilen vakıfların %77’sinin gelirinin ya tamamı veya bir kısmı vakıf kurucularının ailesi yararına tahsis edilmiştir. XVIII. yüzyılda tesis edilen Osmanlı vakıflarının da %7’sinin (324’ün 22’si) ailevî, ve %75’inin (324’ün 224’ü) yarı ailevî vakıflar olduğu görülmektedir.8 Bu demektir ki, bu yüzyılda tesis edilen vakıfların %82’si tamamen veya kısmen vâkıfların aileleri yararına tesis edilen vakıflardır. 1718 ile 1800 yılları arasında Halep Vilayeti’nde tesis edilen 485 vakfın 237’si kısmen veya tamamen aile vakfıdır; 9 yani %48.86’sının gelirinin bir kısmı veya tamamı bu vakıf kurucularının ailelerine tahsis edilmiştir. Nazif Öztürk tarafından XIX. yüzyıl Osmanlı vakıfları üzerinde yapılan bir araştırmada bu dönem vakıfların %15’inin (60 vakfiyenin 9’u) yarı ailevi vakıflardan oluştuğu ve ele alınan örnek vakfiyeler arasında ailevî vakıflara rastlanılmadığı belirtilmektedir.10
Bu verilere bakıldığında Anadolu Türk toplumunda kurulan vakıfların büyük çoğunluğunun ailevî ve yarı ailevî vakıflardan oluştuğu anlaşılmaktadır. O halde, durup dururken kendi mallarının ve mülklerinin tamamını veya bir kısmını aileleri nâm ve hesabına vakf eden bu insanların kimliğinin irdelenmesi gerekir.
1. Kurucuları
Gerçekten de, İslam’ın ilk devirlerinden itibaren ailevî vakıfların tesisine müsaade edildiği ve bu tür vakıfları tesis edenlerin, tasarruflarında bulunan şahsi mallarını ve mülklerini nesilleri yararına vakfettikleri anlaşılmaktadır. Vâkıfın nesli sona erinceye kadar geçimlerini temin edebilecek tarzda bir aile fonu niteliğinde olan ve daha sonra çok bariz bir şekilde istismara uğrayan bu ailevî vakıfların pek mutad olmadığı; buna mukabil uygulamada, mallarının ve mülklerinin gelirinin bir kısmını dinî veya başka bir hayır cihetine; arta kalanının (gelir fazlasının) aile bireylerine tahsis eden; diğer bir ifadeyle, yarı hayrî yari ailevî vakıfların daha çok revaç bulduğu anlaşılmaktadır.
Bu tercihin sebeplerine bakıldığında, aile vakfı müessesesini istismar edebilecek durumda olanların başında sultanın kölesi niteliğindeki kapıkullarının geldiği görülmektedir.11 Örneğin Selçuklu devri vâkıflarından H. 665 tarihli vakfiyesine göre Sivas Gökmedrese’nin tedris hizmetini aile ferdlerine tahsis eden Seyfeddin Turumtay’ın,12 H. 680 tarihli vakfiyesiyle yarı ailevî bir vakıf tesis eden Sahip Ata Fahreddin Ali’nin,13 H. 721 tarihinde Sivas’ta tesis ettiği vakfının gelirinin beşte birini oğlu Ömer Bey’in ihtiyaçlarına tahsis eden Sahip Kıvamüddin ibni Rahat’ın ileri gelen Selçuklu ümerasından oldukları bilinmektedir.
Osmanlı devri Türk vakıf kurucularının kimliğine bakıldığında, XVII. yüzyılda %89.13’ünü,14 XVIII. asırda %68.45’ini,15 XIX. yüzyılda ise %28.34’ünü16 askeri sınıf denilen Osmanlı yöneticileri oldukları dikkat çekmektedir. Bu Osmanlı vakıf kurucularının büyük çoğunluğunun kapıkulu mensupları olduğu bilinmektedir. Örneğin, XVII. yüzyıl Osmanlı vakıf kurucularının %66.44’ü bu zümreye mensuptur17 ve bu dönemde tesis edilen ailevî ve yarı ailevî vakıfların %49.69’u (68 zürri ve 86’sı yarı zürri) bunlar tarafından tesis edilmiştir. 18 Azerbaycan vakıflarının ekserisinin de zengin han veya bey ailelerinden ve bazen de tüccarlar tarafından tesis edildikleri belirtilmektedir. 19
2. Servetleri
Yukarıda belirtildiği gibi Selçuklu ve Osmanlı devri Türk toplumunda ailevî ve yarı ailevî vakıf kurucularının büyük çoğunluğunun devlet hizmetinde yer alan yönetici sınıfına mensup kimselerden oluştuğu ve bunların büyük bir kısmının ya savaş yoluyla veya devşirme sistemiyle alınıp yetiştirildikten sonra yönetim kademelerinde yer aldıkları görülmektedir. Örneğin, XVII. yüzyıl Osmanlı vakıf kurucularının %21.94’ü kul asıllıydı.20 Savaş tutsağı veya devşirme olarak ailesinden koparılan bu insanların bir kuşak içerisinde vakıf kurabilecek nisbette büyük servet edinmeleri, elbette ki ifa etmekte oldukları görevlerinin kendilerine sağlamış olduğu siyasi kudretin vermiş olduğu yetkilerle alakalıdır. Örneğin, daha önce Trablus beylerbeyi olan Ömer Paşa, sonradan Diyarbekir beylerbeyliğine atanır; burada Temmuz başları 1653 tarihinde ailesi yararına tesis etmiş olduğu vakfının gayri menkul gelir kaynakları bir çiftlik, beş değirmen, iki bahçe, bir çeltik dingi ve bir de harap olduğu belirtilen bir saraydan ibarettir.21 Bir başka belgeye göre Ömer Paşa’nın toplam yıllık geliri 14.552.785 akçedir. Paşanın görev karşılığı olan Diyarbekir beylerbeyliği hassı geliri ise 1.200.066 akçedir. Buna göre, Ömer Paşa’nın kaynağı belirtilmeyen diğer gelirlerinin toplam tutarı, görev karşılığı kendisine tevcih edilen gelirlerinin onbir misline ulaşmaktadır.22 1586’da Yenisaray’da padişah için kendi harcamaları ile bir hamam ve iki cami yaptırmış olan Kılıç Ali Paşa, 27 Haziran 1587’de birden bire ölünce, geride bıraktığı servetinin yarım milyon altın olarak tahmin edildiği belirtilmektedir23
Bu tür vakıfları tesis edenlerin çok az bir kısmının, çocukları olmayan dul kadınlar24 veya erkeklerden oluşan sıradan insanlar diyebileceğimiz reaya sınıfına mensup kimselerden oluştuğu görülmektedir ve bunların kurmuş oldukları vakıflar da pek hacimli vakıflar değildir. Örneğin 1675 tarihli vakfiyesine göre Nalbant Hasan’ın vakfının akarı bir menzilden (ev) ibarettir;25 Çoban Musa Vakfı’nın mevkufatı Nazilli’nin bir köyündeki 27 kök zeytin ağacıdır, Kütahyalı Saraç Mustafa’nın vakıf akarı bir arsadan oluşmaktadır; Vakfının gelir fazlasını ve tevliyetini hayatta oldukça kendisine, ölümünden sonra hanımı Fatma’ya ve daha sonra hemşirezâdesi Mustafa’ya şart koşan Aydınlı Hamal Ahmed’in vakıf akarları bir ev ve bir incirlikten oluşmaktadır.26
XIV. ve XV. yüzyıl Türk ve İslam toplumları üzerinde gözlemlerde bulunan İbni Haldun’a göre, “iktidara mensup olmayan, devletin idari kademelerinde yer almayan kimsenin malı da olsa, onun serveti sanatı, çalışması ve sermayesi miktarıncadır. Nitekim çoğu tüccarlar, ziraatle uğraşanlar ve bazı meslek ve sanat sahiplerinin hali bu tarzda olup, kazançları ancak malları, sanat ve çalışmaları nispetindedir. Fakat yönetimde yer alan veya onlara intisap edenlerin kazançları bu tarzda değildir”.27 Yukarıdan beri serdedilen örnek vakfiyelerde de görüldüğü gibi, İbni Haldun’un bu gözlemi Selçuklu ve Osmanlı devri Türk toplumu için de geçerlidir.
3. Amaçları
Selçuklulardan itibaren Anadolu’da tesis edilen tüm vakıfların vakfiyelerinin, o dönemde topluma empoze edilen İslamî anlayışa uygun bir dünya görüşünü ifade eden cümlelerle başladığı görülmektedir. Bu dünya görüşüne uygun ifadeler ailevî vakıfların vakfiyelerinde de aynen yer almaktadır.
Bu ifadelerin başında, Hz. Peygamber’e atfen ileri sürülen “Ademoğlu ölünce bütün amelleri kesilir; ancak sadaka-i cariyesi, kendisinden insanların yararlandığı ilmi ve kendisine dua eden hayırlı evladı geriye kalır” hadisinin aşağı yukarı bütün vakfiyelerde yer aldığı görülmekte; bunun yanı sıra kimi vakıfların vakfiyelerinde aşağıdaki ifadelere benzer vecizeli sözlerle karşılaşılmaktadır.
-“…dâr-ı dünyada sebeb-i zikr-i cemil”, yani bu dünyada iyi anılmak için;28
-“.vâkıfına ömr-i sâni (ikinci bir ömür) idüğünü iz’an eylemek ” ten dolayı;29
-“. bu meskeni fena ve mevtını inaya veda eyledikten sonra, sebeb-i zikr-i müstetab ve bâis-i dua-yı müstecâb olmağ” içün;30
bir başkası da, “bizden sonra bizi tanımak isterseniz bıraktığımız eserlere bakın; çünkü bizi en iyi tanıtan eserlerimizdir”31 derken; bir diğeri de, “. evlâdının ihtilâf ve cidale düşmelerinden ve emvâlini gayr-i meşru yerlere sarfetmelerinden endişeye düşen kimselere emvâlinin rakabelerini vakf ve zevâidini ve ğallâtını tesbil eylemek süretiyle emlâk zevâl ve itlâfa mahkum olmaktan koruma ve müebbeden yaşatmak.”32 için vakıf kurduklarını ifade etmişlerdir.
Halbuki vâkıfın vakıf kurmaktaki gerçek amacının dönemin genel anlayışının yer aldığı bu cümlelerden çok, vakfettiği malların ve mülklerin gelirlerinin tahsis edildiği cihetlerde saklı olduğu görülmektedir.
O halde yukarıda da değinildiği üzere İslam’da mülkiyet edinme, miras bırakma, vasiyet ve hibede bulunmak gibi ferdin hâl-i hayatında hür iradesi ve re’yile tasarrufta bulunabileceği veya ölümünden sonra geçerli olabilecek hak ve selahiyetleri varken, bu insanlar, neden ve niçin durup dururken mallarının veya mülklerinin tamamını ya da bir kısmını kendilerine, çocuklarına veya başka akraba ve yakınlarına vakfetsinler, diye ileri sürülen sorulara cevap aranması gerekir.
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde ailevî vakıf kuranların her birinin ayrı bir amacı ve gerekçesi olduğunu; daha doğrusu, bu dönemlerde ailevî vakıf tesis edenlerin amaçlarının tek bir nedene bağlanamayacağının da başta belirtilmesi gerekir.
İşte Selçuklulardan itibaren Anadolu’da tesis edilen ailevî vakıfların vakfiyelerine bakıldığında aşağıda belirtilen nedenlerin bu insanları ailevî veya yarı ailevî vakıf kurmaya sürüklediği anlaşılmaktadır.
1- Yukarıda ailevî vakıf kurucularının kimlikleri irdelenirken bu tür vakıfları tesis edenlerin ekseriyetinin devletin yönetim kademelerinde yer alan kimseler olduğunu ve bunların vakfettikleri malların ve mülklerin büyük çoğunluğunun, ifa ettikleri görevleri gereği tasarruflarında bulunan mirî arazi veya görevlerinin kendilerine bahş etmiş olduğu salahiyetlere dayanarak edindikleri mallar olduğunu belirtmiştik. Daha doğrusu ailevî veya yarı ailevî vakıf kuran bu insanların ekserisinin servetinin siyasî nitelikli bir servet olduğu anlaşılmaktadır. Söz gelimi Kanuni devri vakıf gelirlerinin %12’si;33 XVII. yüzyıl vakıf gelirlerinin %15’i34 temelde devlete ait olduğu halde temliknâme veya muhtelif şekillerde bireysel mülke ve daha sonra vakfa dönüştürülmüştür.
İşte ailevî vakıflara yöneltilen eleştirilerin çıkış noktası burasıdır: Örneğin, Koçi Bey ünlü Risalesi’nde, “…bir adem ki (….) yalnız padişah yakını olmakla nice yüzyıl önce feth olmuş (…) birçok köy ve tarlaları birer yolunu bulup (.. ) diledikleri yeri vakfedüp, bazılarını dahi vakıf adıyla evlâdına gelir sağlayan mal ve yapı yaparsa o çeşit vakıf nasıl sahih olur ve onu bismillah diye yemek nasıl câiz olur?”35 ifadesiyle acı acı eleştirdiği kimseler ve kurmuş oldukları vakıflar bu tür mirî araziler üzerine kurulan ailevî vakıflardır. Yoksa İslamın ilk devirlerinden itibaren özel mülke dayalı vakıflara cevaz verilmiştir.36
2- Selçuklulardan itibaren uygulamada görülen müsaderenin de37 bu yoldan elde edilen servetlere karşı ortaya çıktığı bilinmektedir. Söz gelimi, III. Selim’in bir hatt-ı hümâyûnu bu konuya açıklık getirmektedir:
“. ve maazallah u teâlâ ticaret ve sanat ve hirasette tahsîl-i mâl eylemiş adamlardan her kim vefât ederse, madem ki vârisi vardır bir akçesi cânib-i mîrîye alınmasın (.. ) menâfi-i devletimi kendüye me’kel eyleyüp emvâl-ı mîrîyeden servet kesbeylemiş ricâl ve kibârdan vefât eyleyenlerin malı ne benim ve ne de müteveffânın ve ne de vârislerindir; ancak beytü’l-mâl-i müslimîn ve emvâl-i mîrîyenindir, tamamınca alınır, hıfz-ı dîn ü devlet için sarf eylerim ve ecdâd-ı îzâmım dahi böyle derler idi”.38 Ayrıca İslam fıkhına göre de, beytü’l-mâle (mîrî) ait gelirlerden gayr-i meşru şekilde elde edilen bir servetin askere ve sefere tahsis edilmek üzere müsaderesine cevaz verildiği bilinmektedir.39
Müsaderenin verdiği endişe ile birey, ölümünden sonra evlâd ve iyâline emin bir gelecek ve güvence sağlayamıyordu. Çünkü, uygulamada mevcut olan müsadere nice hanedanları sefaletle yüzyüze bırakabiliyordu.
Bunun içindir ki ailevî ve yarı ailevî vakıf kurucuları, ölümlerinden sonra, hâl-i hayatlarında muhtelif şekillerde edindikleri mal ve mülklerini emin bir şekilde vârislerine bırakmak ve servetlerine devletin ilişmesini engellemek için vakıf müessesesinden istifade etmişlerdir.40 Hatta öyleki II. Mehmet gibi güçlü bir hükümdar bile, bazı ailevî vakıfların ilgası doğrultusundaki hükmünü rahatlıkla icra edememiştir.41
İşte bu durum, Ömer Lütfi Barkan’ın belirttiği gibi vakıf mülklerini, “her türlü tecavüzden (…) ve bu meyanda tecavüzlerin en büyüğü olan müsadereden kurtarmış ve vakfı büyük sultanların ve bilhassa mevcut düzenin muhafazası ile alâkalı din adamları ve evkâfta cihet ve vazife sahibi zümrenin sevk ve idaresi altında tehlikeli tepkiler yapması muhtemel olan”42 grupların koruması altına aldığı aşikardır.
3- İslam’da mal-mülk edinme hakkı, hibe ve vasiyette bulunma, miras bırakma varken, neden bu tür tasarruflardan kaçınıldığı sorusuna gelince;
a- İslam’da birey hâl-i hayatında hibede bulunabilir. Fakat, hibede bulunan kişi kendi tasarrufundaki mal ve mülkünü hâl-i hayatında elden çıkarmış oluyor; halbuki bu malını ve mülkünü vakfetmekle, vakfiyesinde belirleyeceği şartlarla (tağyir, tebdil, vakfın zevaidini ve tevliyetini kendi tasarrufunda bırakmakla) elinden çıkarmış olmuyor. Ölünceye kadar vakfetmiş olduğu malı ve mülkü üzerindeki tasarruf yetkisi devam ediyor; ayrıca, vakıf şartları hibede aranan şartlara göre kişiye daha çok esneklik sağlamaktadır.43
b- Birey ancak geride bıraktığı mal ve mülkünün (terekesinin) üçte birini vasiyet edebilir;44 fazlası için vârislerin rızası şartttır; hele herhangi bir vârise yapılan vasiyet diğer varisler izin vermedikçe geçersizdir. Vârislerin izni de miras bırakanın ölümünden sonra aranır. Bu haliyle vasiyet vakıf kadar bir serbestiyet bahşetmemektedir; çünkü vakıfta bu kısıtlamalar sözkonusu değildir.45
c- Mirasa gelince, İslam toplumunda “ölüm hak, miras helâldir”. Ne var ki, yukarıda da belirtildiği gibi, devrin yönetim anlayışından kaynaklanan müsadere uygulamasının yanı sıra, İslam miras hukukuna göre dokuz sınıfa ayrılan vârisler arasında, bazı haller ve durumlarda beytü’l-malın da yer aldığı bilinmektedir. İşte beytü’l-malın belirli haller ve durumlarda ölenin vârisleri arasında yer alması bazı ailevî vakıfların tesis sebebidir. Örneğin, 27 Kasım 1657 tarihinde Tokat’ta bir ailevî vakıf tesis eden Ayşe Hatun’un vakfiyesinden anlaşıldığı kadarıyla, kocası dışında hiçbir vârisi bulunmamaktadır. Bu hatun Tokat’ın Kabili Mehmet Paşa Mahallesi’ndeki bağını, bahçesini ve konağını evvelen kendi nefsine sonra kocasına ve kocasının ölümünden sonra iki azatlı cariyesi ve bu cariyelerinin evlâdlarına vakfetmiştir.46 Bu hatun, eğer bu mülklerini vakfetmeden ölseydi, mirası kocası ve beytü’l-mal arasında bölüşülecekti. Halbuki, miras bırakacağı mülkünü vakfettiği için beytü’l-malın müdahale hakkı kalmamıştır. Bir diğer örnek ise, 24 Mayıs 1623 tarihinde Üsküdar’da ailevî bir vakıf kurmuş olan Ayşe binti Mustafa’ya aittir. Bu hatun, vakfiyesinde menzil olarak tanımlanan bir evini ve 600 dirhem parasını evvelen kendi nefsine, ölümünden sonra iki cariyesine vakfetmiştir.47 Bu kadın vakıf kurmadan ölmüş olsaydı, vakfettiği bu menzil ve parası, şer’î vârisi bulunmadığından beytü’l-male kalacaktı.
Ayrıca, İslam’ın getirmiş olduğu miras hukuku dinî bir emir (nas) olmasına rağmen Orta ve Yakın Doğu Türk ve İslam (özellikle Arap) toplumlarındaki ataerkil aile anlayışına bağlı kimi insanların, dolaylı da olsa kadınları mirastan mahrum bırakmak için ailevî vakıf tesis ettikleri bilinmektedir.48 Örneğin, Şubat 1274 (Evâsıt-ı Şaban 672) tarihinde, Selçuklu Sultanı III. Giyasettin Keyhusrev (12661284) tarafından Suşehri Kazası’nda Behlul Baba adındaki bir Türkmen şeyhi zaviyesi ve ailesi yararına tesis edilen bir vakfın tevliyeti kadınlar hariç, nesil tertibi üzere erkek evlâdlarına tahsis edilmiştir.49
Buna mukabil Selçuklular’da ve Osmanlılar’da yer yer görülen ve İslam miras hukukundaki erkeğe iki, kadına bir pay esasını benimsemeyip, kadın ve erkeğin mirasta eşit pay almasını ailevî vakıflar yoluyla sağlayanların olduğu da görülmektedir. Sözgelimi, XVII. yüzyıl vâkıflarının %14.69’u (313’ün 46’sı) tesis ettikleri vakıflar yoluyla kız ve erkek çocuklarına eşit bir şekilde (ale’s-seviyye) pay bırakmışlardır.50 Örneğin, 25 Muharrem 1022 tarihinde Nallıhan’da yarı ailevî bir vakıf tesis etmiş olan Nasuh Paşa, vakfının gelir fazlasını kız ve erkek evlâdları arasında eşit bir şekilde bölüşülmesini şart koşmuştur.51 Gurre-i Cemaziye’l-ahir 1136 tarihinde Dergah-ı âlî Çavuşbaşısı Ebubekir Ağa tarafından tesis edilen İstanbul ve İzmir’de birçok akarı bulunan vakfın, gelir fazlası kız ve erkek çocuklarına ale’s-seviyye (eşit olarak) tahsis edilmiştir.52
Zamanla en büyük servetlerin ve mülklerin parçalanmasına sebep olduğu bilinen ve Kur’an’daki açık hükümler (naslar) ile Müslümanlar için bağlayıcı olan miras hukukunun, İslam toplumunda kabul görmeyen sonuçlarından kaçınmak için sık sık vakfa başvurulmuştur.53 Çünkü vakıf kurucuları vakfiyelerine derç ettikleri şartlarla hem mallarının ve mülklerinin üzerindeki tasarruf haklarını sürdürmüşler ve vârisler arasında parçalanmasını önlemişler, hem de vakıf yoluyla aile birliğini ve şerefini koruyabilmişlerdir.
Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi’nde görüldüğü üzere,54 zorla miras taksimi yapılamayacağı belirtilmesine rağmen, Osmanlı kadılarının köy köy dolaşıp zorla miras taksimine giriştikleri ve yüksek oranda harç tahsil ettikleri anlaşılmaktadır;55 bu nedenle bir kısım insanlar hal-i hayatlarında taht-ı tasarruflarında bulunan mal ve mülklerini aileleri yararına vakfetmekle, hem servetlerinin ve mülklerinin varisler arasında parçalanmasının ve hem de ölümlerinden sonra kadı ve naiblerin miras taksimi için gelip varislerini rahatsız etmelerinin önüne geçmişlerdir.
Osmanlı mirî arazi rejiminden kaynaklanan bazı uygulamalar nedeniyle de, bireyin hal-i hayatında her hangi bir şekilde edindiği malı ve mülkü vakf etmesi kadınların lehine olmuştur. Söz gelimi, reaya denilen sıradan bir Osmanlı uyruğu vefat ettiğinde, tasarrufunda bulunan çiftlik oğluna kalır, kızına hisse verilmezdi ve kızın da “benim de hissem var” diye herhangi bir istekte bununması Osmanlı kanunlarına göre memnuydu.56
11. Türk Toplumunda Vakıf Yoluyla Aileye Sağlanan Yararlar
Anadolu Türk toplumunda vakıfların aileye katkısı sadece ailevî ve yarı ailevî vakıflarla sınırlı değildir; öte yandan toplumun ihtiyaç duyduğu dinî, sosyal ve kültürel hizmetler için tesis edilen hayrî vakıfların, Türk ailesine katkıları daha büyük olmuştur. Bu nedenle vakıfların Türk ailesine katkılarını iki grupta incelemek gerekir.
1. Vâkıfların Ailelerine
Yukarıda belirtilen nedenlerle ailevî ve yarı ailevî vakıf tesis edenlerin vakfiyelerine bakıldığında, bu kişiler hâl-i hayatlarında edindikleri mallarını ve mülklerini aileleri nâm ve hesabına vakfetmekle bu mallarını ve mülklerini müsadereden, vârisler arasında bölüşülüp parçalanmaktan ve alınıp satılmasından veya herhangi bir borç karşılığı hacz edilmesinden koruyabildikleri gibi; vakfiyelerine koymuş oldukları şartlarla kendilerinden sonra, nesilleri devam ettikçe vakfettikleri mal ve mülklerinin en iyi şekilde idare edilmesini, vârislerinin ve diğer yakınlarının refah içinde güvenli bir hayat sürmelerini sağlamışlardır.
Vakıf kurucularının tesis ettikleri vakıflar yoluyla kendilerine iş, mesken, tasarruf hakkı, ayni ve nakdi gelir gibi herhangi bir yarar sağladıkları aile bireylerinin iki gruptan oluştuğu görülmektedir.
Vâkıfın kendisi, zevceleri, ümm-i veledleri, kız ve erkek evlâdları, torunları, erkek ve kız kardeşleri, kardeş çocukları, kan bağıyla (irsiyet tarikiyla) kendilerine uzak veya yakın diğer akrabaları birinci grubu; cariyeleri, azatlı cariyeleri, köleleri azatlı köleleri, beslemeleri, müdebbireleri ikinci grubu oluşturmaktadır. Daha doğrusu, eski Türk toplum hayatında hane halkı arasında yer alan köle, cariye, besleme veya azat edilmiş köle ve cariyeler, aynı çatı altında yer alan diğer aile bireyleri gibi telakki edilmişlerdir ve hatta kan bağıyla aileye bağlı bulunan akrabalardan da öne alınmışlardır. Sözgelimi, vakfının yönetimini (tevliyetini) torunu Şemseddin Mehmed’e bırakan Sahip Ata Fahreddin Ali, torunun neslinin kesilmesinden sonra vakfının yönetimini azat edilmiş kölelerinin aslah ve erşedine tevcih etmiştir.57
Vâkıfların aile bireylerine ve diğer yakınlarına vakıf yoluyla sağladıkları yararlar:
1- Vâkıflar tesis etmiş oldukları vakıflar yoluyla aile bireylerine iş imkanı sağlamışlardır. Meselâ, Selçuklu ümerasından Seyfeddin Turumtay’ın H. 665 tarihli vakfiyesine göre, Gökmedrese’nin tedris hizmetini öncelikle aile ferdlerine tahsis ettiği ve “kendi evlâd ve ahfâdından salih ve layık kimseler bulundukça bir yabancının onlar üzerine takdim ve tercih edilmemesini, şayet evlâdından hiçbirisi bu niteliğe sahip değil ise hariçten birinin bu göreve getirilmesini” şart koştuğu görülmektedir. Böyle bir kayda H. 598/M. 1202 tarihli Altun-Aba Medresesi vakfiyesi ile H. 651/M. 1253 tarihli Karatay Medresesi vakfiyesinde de rastlanmaktadır.58 Aynı uygulama Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Örneğin, 9 Ocak 1675’te Bursa’da bir vakıf tesis etmiş olan Şeyhülislam Abdülaziz Efendi b. Hüsameddin, evlâd ve ütekâsından nesilleri devam ettikçe, “.edâ-yı hizmete kâdir kimesne bulundukça ecnebi istihdâm olunmaya” demiş ve vakfının nezâretini de damatlarına bırakmıştır.59 Tüccar Ahmet adındaki bir vâkıf, Şubat 1675’te Edirne’de tesis etmiş olduğu vakfının hayrâtının imamet, hitabet ve muallimlik görevlerini oğluna tevdi etmiştir.60
2- Vâkıflar, vakfettikleri bağ, bahce, dükkan, han, hamam, konak, ev, arazi ve benzeri mülklerinin kullanım ve oturma haklarını (tasarruf ve sükna hakkı) aile bireylerine tahsis etmekle onlara güvenli bir mekan ve gelecek sağlamışlardır. Örneğin, 1602 tarihli bir vakfın vâkıfı, bekâr olmaları şartıyla, bütün azatlı köle ve cariyelerine vakfettiği menzilde oturmalarını şart koşmuştur.61 El-Hac Abdi Bey b. el-Hac Hamza, kocasından boşanmış kızlarına ve ölümünden sonra, başka kocaya varmamak şartıyla hanımına, vakfettiği meskenlerde oturma hakkı (sükna hakkı) tahsis etmiştir62 22 Haziran 1610 tarihli bir vakfın vâkıfı vakfettiği mülkler arasında yer alan üç bab menzilde, evlâd-ı evlâd-ı evlâdı zükurunun ve inâsının eşit bir şekilde, nesilleri kesilinceye kadar oturmalarını ve kullanmalarını şart koşmuştur.63 Mart 1645 tarihli bir vakfın vâkıfı olan Şeyh Mahmut Efendi, vakfettiği butün mallarının ve mülklerinin tasarruf ve sükna hakkını (oturma hakkını) evvelen kendi nefsine şart kılarak; dilediğinde kendisinin, dilediğinde başka kimselerin oturmasını; vakfının bütün gelirlerini de istediği adamına, ehl ü iyâlinin ihtiyaçlarına harcayabilmesi için vakfiyesine şart koydurmuştur.
Şeyh Efendi ayrıca, kendi ölümünden sonra, karısının başka kocaya varmadıkça ve kötü yola düşmedikçe vakfettiği bütün mallara ve mülklere tasarruf etmesini ve dilediğinde oturmasını ve istediği gibi harcamasını vakfiyesine kaydetmiştir.64 Bir diğer vâkıf, vakfettiği meskenlerinin ikisini müdebbirelerinin oturmalarına tahsis etmiştir.65
3- Kimi vakıf kurucuları kurmuş oldukları vakıfların gelirinden aile bireylerine günlük, aylık bazen de yıllık olarak nakdi gelir bağlamışlardır. Sözgelimi, Selçuklu devri ümerasından Rükneddin Hattâb ibn Sahip Kemaleddin Ahmet, 1320 (Evâil-i Şevval 721) tarihinde, Sivast’ta tesis ettiği yarı hayri yarı ailevî vakfına gelir kaynağı olarak da iki köy, üç tuzla, bir ev, bir bostan ve bir de mezraadan oluşan akarlar bırakır. Vâkıf, bu akarlardan elde edilen geliri beş kısma ayırmaktadır. Vakıf gelirinin 1/5’inden oğlu Ömer Bey’in yıllık yiyecek ihtiyaçlarına 540, yazlık kışlık elbise masrafına 500, hizmetinde bulunan hizmetliye 360, Ömer Bey’in Dilşad ismindeki küçük kızına beş yaşına kadar yıllık 480, on yaşına kadar 720, on beş yaşına kadar 1200 dirhem ve bu paradan artanı ile kıza cehiz hazırlanmasını ve münasib birisiyle evlendirilmesini; ayrıca kendisinin, babasının ve kardeşlerinin azatlılarından yoksulluk içinde olanlara yeterli ölçüde sarf edilmesini şart koşmuştur.
Vakfın gelirinin üçüncü 1/5’i de yoksul ve bakıma muhtaç kimselere tahsis edilmiştir. Vâkıfın yoksul akrabası, azatlıları, ihtiyarlar, kocakarılar, kötürüm, kör, cüzzamlılar, mahbuslar ile yoksul ve kimsesizlerin techiz ve tekfi bunlara dahildir.66
Malatyalı kapuağası İsmail Ağa b. Mehmed Ekim 1625 (Evâil-i Safer 1035) tarihinde tesis etmiş olduğu yarı ailevî vakfının gelir fazlasından kardeşi Vezir İbrahim Paşa’nın oğlu Abdülbaki Çelebi’ye yevmî 9, hala-zâdeleri Mehmet Çelebi ile Abdurrahman Çelebi’ye günlük 8, diğer kardeşi Ahmet Ağa’nın oğlu Ali ve Mehmed’e 9’ar ve başka bir hala-zâdesi olan Süleyman’a 8, Mehmed’e 5; kendi azatlılarından (atikaları) İftihar ve Saliha’ya 8; Fatma, Hatice ve Safiyye ile Ali’ye 4’er akçe tayin etmiştir; kendilerine tahsis olunan gündelikler ölümlerinde adı geçenlerin çocuklarına kalacaktır.67
Daha önce Rumeli Kadıaskeri olan Karaçelebi-zâde Mehmed Efendi b. Hüsameddin Efendi, Evâil-i Cemaziye’l-ahir 1039 tarihinde tesis etmiş olduğu vakfından, hanımı Mihrimah Hatun’a, ölümünden sonra başka kocaya varmadıkça, gündelik 10’ar akçe verilmesini; başka kocaya vardığında kesilmesini kendisine asla ödenmemesini; Hatice adındaki küçük kızının da, bülûğa erip kocaya varıncaya kadar 10’ar akçe ödenmesini, bu da evlenince gündelik gelirinin kesilmesini şart koşmuştur.68
4- Bazı vâkıflar hayatta iken okudukları veya beğenip edindikleri kitapları da aile bireyleri yararına vakfetmişlerdir. Böylece, kendilerinden sonra nesillerinin eğitim ve öğretimine ihtimam göstermişlerdir. Örneğin, Sivaslı Emine binti Mehmet adındaki bir kadın, Sünnî İslâm itikadı üzere kaleme alınmış, dünyanın yaratılışından çocuk bakımına kadar muhtelif konuları içeren bir mesneviyi nesli kesilinceye kadar başkasına vermemek şartıyla evlâdlarına vakf etmiştir.69
5- Vakıf kurucuları tesis ettikleri vakıflarının iyi yönetilmesi için işin niteliğine göre görevlendirdikleri kimselerde belirli vasıflar ve toplumsal normlar aramışlardır.70 Bu normlar eski Türk toplumunda oluşturulmak istenen veya aranan, “ideal ortak insan tipi”nde bulunması arzulanan toplumsal değerler ve normlardır. Vakıf kurucuları vakıflarında görevlendirdikleri kimselerden aradıkları bu vasıf ve nitelikleri, aile bireylerinde de aramışlardır. Böylece Türk toplumunda aranan nitelikleri ve vasıfları aile bireylerine benimsetmeye çalışmışlardır. Daha doğrusu, vakıf kurucuları aile bireylerine, tesis ettikleri ailevî ve yarı ailevî vakıflar yoluyla birtakım maddi imkanlar sağlarken, bir yandan da, kendi inanç ve hayat felsefeleri doğrultusunda belirli ahlâkî değerler benimsetmeye çalışmışlardır. Vâkıfların bu çabalarını, vakfiyelerine dercettikleri tevliyet şartlarında rahatlıkla izlemek mümkündür. Örneğin, 8 Nisan 1597 tarihinde Bergama’da yarı ailevî bir vakıf tesis eden bir vâkıf, vakfının tevliyetini (yönetimini) “…evlâd-ı evlâd-ı evlâdının… içlerinde sima-yı salahı zâhir ve asâr-ı emâneti mâhir”;71 bugünkü ifadeyle, çocukları arasında dürüst ve güvenilir olanına verilmesini şart koşmuştur. Bir vakfın yöneticisi olmak maddi ve manevi büyük avantajlara sahip olmayı sağladığından, vâkıf, çocuklarının, bu göreve gelebilmek için, şart koşulan nitelikleri benimsemede biribirleriyle yarışa girmelerini teşvik eder. 17 Nisan 1599 tarihinde Gelibolu’da tesis edilen bir vakfın kurucusu, vakfının yönetimini evlâdının dindar, aslah, iş ve maslahatgüzar ve çalışkanına verilmesini;72 bir diğeri ise, evlâdından takva ve salahı açıkça görülenin tercih edilmesini şart koşmuştur.73
Bazı vakıf kurucuları aile bireylerine bu normları benimsetmek için daha sert yaptırımlara başvurmuşlardır. Örneğin, bir vâkıf vakfının yönetimini evlâd-ı evlâd-ı evlâdının aslahına; şayet aslahı bulunmaz ise, ütekasının (azatlı kölelerinin) aslahına verilmesini istemektedir.74
2. Başka Ailelere
Yukarıda kendi aileleri nâm ve hesabına ailevî ve yarı ailevî vakıf kuran Türk vakıf kurucularının vakıfları üzerinde duruldu; burada ise, toplumun gereksinim duyduğu sosyal kültürel ve dinî hizmetlere katkı amacıyla hayrî ve yarı hayri vakıf kuran insanların, yardıma muhtaç çocuklara, kimsesizlere, dul kadınlara, yetimlere, mahpuslara, hastalara, fakirlere, gariplere yapmış oldukları yardımlar söz konusu edilecek ve bu yardımlar sayesinde bu insanların mensup oldukları aile yapılarının çözülmesi ve ahlakî değerlerinin yıkılmasının nasıl önlendiğine ilişkin örnekler verilecektir.
1- Evlenip yuva kurmak isteyen fakir kızların ve kadınların düğün ve elbise masrafları için bazı vâkıflar vakıflarının gelirinden ödenek ayırmışlardır. Söz gelimi, 23 Eylül 1865 tarihinde İstanbul’da bir vakıf kuran Ayşe Sıddıka Hanım, vakfının gelirinden yıllık 6000 kuruşu, evlenmek isteyen yoksul kadınların düğün ve elbise masraflarına tahsis etmiştir. Ayrıca genç yaşlı fark etmeksizin elbiseye muhtac kadınlar da bu fondan yararlanabilecektir.75
2- Kimi vâkıfların, kurmuş oldukları vakıflarla dul ve yetimlere ve fakir müslümanlara düzenli olarak yıllık gelir tahsis ettikleri ve böylece yıkılmaya ve dağılmaya yüz tutmuş olan aileleri bir bakıma koruma altına aldıkları görülmektedir. Örneğin, Üsküdarlı Mehmet Tahir Ağa’nın vakfı böylesi bir amaca yöneliktir.76 H. 996 tarihli vakfiyesine göre Hoca-i Sultânî Ataullah Efendi, vakfının gelir fazlasından 3000 dirhemini her sene Aydın Birgi’deki dul kadınlar, yetimler ve fakirlere verilmesini şart koşmuştur.77 Evâhir-i Recep 996 tarihli vakfiyesine göre, Zeyni Hatun binti Kemal, Mustafa Çelebi Mektebi’nde okuyan öğrencilere elbise alınıp bayramlarda giydirilmesini istemiş ve azatlılarının yoksullarına da 1000 akçe ayırmıştır; şayet onlardan olmaz ise, başta dul fakir kadınlara dağıtılmasını şart koşmuştur.78
3- Toplumda daha çok şefkat ve yardıma muhtac olan yetimlere bayramlarda hallerine uygun elbise alımı için vakıflarının gelir fazlasında tahsisat ayıranlar olmuştur; Buna 23 Cemaziye’l-ahir 1026 tarihinde İstanbul’da bir vakıf kuran Karaçelebizâde Mehmed Efendi misal olarak gösterilebilir.79
4- Herhangi bir şekilde hapse düşenlere de vakıf yoluyla yardım edilmiştir. Örneğin, Selçuklu ümerasından Sahip Kıvamüddin, kurduğu vakfın gelirininin beşte birini akrabasından fakir olanlara, yaşlılara, yetimlere, dullara ve kadılar ile valilerin hapishanelerinde tutuklu bulunanlara tahsis ettiği 1321 tarihli vakfiyesinde görülmektedir.80
Bilindiği gibi, toplumun temel taşı olan aile boşanma, hane reisinin ölümü ve yoksulluk gibi nedenlerle yüzyüze kalınca çoğunlukla çözülür ve dağılır; verilen bu örneklerde görüldüğü üzere, Selçuklulardan itibaren eski Türk toplumunda hali vakti yerinde olan varlıklı insanlar tarafından tesis edilen vakıflar yoluyla, bu insanlara sağlanan sosyal ve ekonomik güvence ile Türk aile yapısının korunmasına katkıda bulunulmuştur.
1 Osman Ergin, Türk Tarihinde Vakıflar Belediyeler Patrikhâneler, Türkiye Basımevi, İstanbul, 1944, 4-63.
2 Fuat Köprülü, “Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihi Tekamülü”, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, İstanbul, 1983, 370.
3 Fuat Köprülü, a.g.m., 360.
4 Muhammed Ubeyd Abdullah el-Kübeysî, Ahkamü’l-Vakf fi’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, I, Bağdat, 1977, 42-43; keza Hz. Peygamber, Ebu Talha’ya yapacağı sadakalarda akrabalarını tercih etmesini tavsiye ettiği belirtilmektedir. a.g.e., 44.
5 Fuat Köprülü, a.g.m., 371.
6 İsmet Kayaoğlu, “Rahatoğlu Vakfiyesi”, VD., XIII, (1981), 1, 29; aynı yazar, “Turumtay Vakfiyesi”, VD., XII, (1978), 91-112; Sa’di Bayram, A. Hamdi Karabacak, “Sahib Ata Fahrüddin Ali’nin Konya İmareti ve Sivas Gökmedrese Vakfiyeleri”, VD., XIII, Ankara, 1981, 31-69.
7 Hasan Yüksel, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Hayatında Vakıfların Rolü (1585-1683), Sivas, 1998, 92.
8 Bahaeddin Yediyıldız, “Müessese Toplum Münasebetleri Çerçevesinde XVIII. Asır Türk Toplumu ve Vakıf Müessesesi”, VD., XV (1982), 28-30.
9 Furuzan Selçuk, “Vakıflar (Başlangıçtan 18. Yüzyılına Kadar) ıslamıc Socıety and the West’, cilt: I, Kısım II’den”, VD., VI, İstanbul, 1965, 26.
10 Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara, 1995, 44-45.
11 Furuzan Selçuk, a.g.m., 23-24.
12 İsmet Kayaoğlu, “Turumtay Vakfiyesi”, VD, XII (1978), 91-112.
13 Sa’di Bayram-Ahmet Hamdi Karabacak, a.g.m., 31-69.
14 Hasan Yüksel, a.g.e, 220, Tablo: 6.
15 Bahaeddin Yediyıldız, Institutıon Du Vaqf Au XVIII’e Sıecle En Turquıe-etude Socıo-hıstorıque-, Ankara, 1995, 148, Tablo: 6.
16 Nazıf Öztürk, a.g.e., 35.
17 Hasan Yüksel, a.g.e., 220, Tablo: 6.
18 Hasan Yüksel, a.g.e., 241 -242, Tablo: 16.
19 K. S. Gubaydulin, “Azerbaycan Vakıfları”, VD. I, Ankara, 1938, 139-140.
20 Hasan Yüksel, a.g.e., 30, Tablo: 1.
21 VGMA., Def. No: 618/1/1.
22 Yaşar Yücel, “XVI. -XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdari Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, XLI (1977), 163-497’den naklen bkz. Gelir girer İcmali (BOA., Mad. NO: 6786), 15.
23 Joseph Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Çev. M. Ata; sade. ve özetleyen Abdülkadir Karahan), II, 108.
24 Bu kadın vakıf kurucularının çoğu, vakfiyelerinden anlaşıldığı kadarıyla, çocuksuz olup, sahip oldukları menzili sağ oldukça kendilerine daha sonra akrabalarına veya ütekalarına vakfetmişlerdir. Bkz. Evâsıt-ı rebi’u’l-ahir 1022, Tekirdağ, Fatma binti Abdullah vakfı, VGMA., Def. N0: 1965/76/86; 5 Şaban 1044, İstanbul, Fatma binti Ahmet Vakfı, VGMA., Def. N0: 571/59/31; 27 Recep 1047, İstanbul, Meryem Hatun b. Hüseyin Vakfı, VGMA., Def. N0: 571/100/53.
25 VGMA., Def. N0: 1763/86/70.
26 Halim Baki Kunter, “Türk Vakıfları ve Vakfiyeri Üzerine Mücmel Bir Etüd”, VD. I, Ankara, 1938, 124.
27 İbn Haldun, Mukaddime, Darü’l-fikr Yayını, (basım yeri ve tarihi yok), 389.
28 Ğurre-i Rebi’u’l-evvel 1095, El-Hac Süleyman Bey b. Mustafa Vakfı, VGMA., Def. No: 1993/68.
29 10 Cemaziye’l-ahir 1090, Sürre emini Osman Ağa b. Mehmet Vakfı, VGMA., Def. No: 738/31.
30 29 Rebi’u’l-evvel 1019, Hacı Murat Bey b. Abdülmennan Vakfı, VGMA., Def. No: 608/115.
31 Cemaziye’l-evvel 1092, Mustafa Paşa b. Süleyman Vakfı, VGMA., Def. No: 449/129/5.
32 Evâil-i Zi’l-ka’de 1036, Hasan Bey b. Mehmet Bey Vakfı, VGMA., Def. No: 608/115.
33 Ömer Lütfi Barkan, Hüdavendigar Livası Tahrir Defteri, I, Ankara, 1988, Giriş, 5.
34 Hasan Yüksel, a.g.e., 100, Tablo: 15.
35 Koçi Bey Risalesi, Sade. Zuhurî Danışman, İstanbul, 1972, 58-59.
36 Mesela, İmam Şafii’nin Fustat’taki evini bütün mülhakatıyla beraber evladına vakfettiği bilinmektedir. Bkz. Fuat Köprülü, a.g.m., 360.
37 Sayın Prof. Dr. Mikail Bayram tarafından Ahi Evren’e atfedilen ve IV. Kılıç Arslan’ın iktidara gelişinin ikinci senesinde kaleme alındığı belirtilen Ağaz u Encâm adlı eserde (Bursa Eski Eserler Ktp. H. Çelebi Kısmı, Nr.: 1184, yp. 198a) Selçuklu devrinde uygulanan müsadereden şöyle yakınılmaktadır. “Bu zamanın kurt tiğniyetli sultanları kişilerin mallarına el koymaktalar. Şeriatın hükümleri büyük ölçüde ortadan kalktı. İslam’dan sadece bir ad kaldı”. Bkz. Ahi Evren ve Ahi Teşkilâtı’nın Kuruluşu, Konya, 1991, 115, dipnot: 56.
38 Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Humâyûnları, Ankara, 1942, 33.
39 Sahaflar Şeyhi-zâde Esad Efendi, Üssü Zafer, İstanbul, 1241, 126.
40 Bkz. Hasan Yüksel, “Vakıf-Müsadere İlişkisi (Şam Valisi Vezir Süleyman Paşa Olayı) “, Osmanlı Araştırmaları, XII, İstanbul, 1992, 407.
41 Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara, 1988, 441-442.
42 Ömer Lütfi Barkan-Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), İstanbul, 1970, Giriş, IV-V.
43 Hasan Yüksel, “Vakfiyelere Göre Osmanlı Toplumunda Aile”, Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, 2, Ankara, 1992, 469-470.
44 Joseph Schacht, An Introduction to İslamic Law, Oxford, 1964, 169.
45 Hasan Yüksel, a.g.m., 471-472.
46 VGMA., Def. No: 484/279/15.
47 VGMA., Def. No: 585/58/60.
48 Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf”, İA, XIII., İstanbul, 1986, 156.
49 VGMA., Def. No: 582/247.
50 Hasan Yüksel, a.g.e., 258, Tablo: 24.
51 “… ve baki kalan ğallesini evladlarım ve evlad-ı evladlarım zükür ve inâsı ale’l-iştiraki’s-seviyye mâbeynlerinde tevzi ve taksim edeler”, VGMA., Def. No: 585/42; YYD. No: 2221/160-16.
52 VGMA, Def. No: 734/156/154; YY. Def. No: 1758/413.
53 J. Schacht, “Vasiyyet”, İA., XIII., 230-232.
54 Milli Tetebbu’lar Mecmuası, Temmuz 1331, I, Sayı: 3, s. 541.
55 Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, 129; İlber Ortaylı, ” Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme”, AÜHF Prof. Dr. Bülend Nuri Esen Armağanı’ndan ayrı basım, Ankara, 1977, 245-263.
56 Kavânin-i Örfiyye-i Osmaniyye, Konya Koyunoğlu Kütüphanesi, No: 69 vr. 485.
57 Sa’di Bayram, A. Hamdi Karabacak, a.g.m., 55.
58 İsmet Kayaoğlu, “Turumtay Vakfiyesi”, VD., XII, (1978), 102.
59 — VGMA., Def. No: 619/79.
60 VGMA., Def. No: 626/1, 277/408.
61 H. 1011, Üsküdar, Şeyh Mahmut b. Fazlullah Vakfı, VGMA., Def. No: 611/1/1.
62 VGMA., Def. No: 598/147.
63 29 Rebi’u’l-evvel 1019, İznikmid, Hacı Murad Bey Vakfı, VGMA., Def. No: 624/113.
64 Evâsıt-ı Safer 1055, İzmir, Şeyh Mahmut Efendi Vakfı, VGMA., Def. No: 617/61.
65 Evâsıt-ı Şaban 1012, İstanbul, Zülale binti Abdullah Vakfı, VGMA., Def. No: 1763/115.
66 İsmet Kayaoğlu, “Rahatoğlu Vakfiyesi”, VD., XIII, (1981), 1-29.
67 VGMA., Def. No: Kasa No: 136, YYD. No: 2138/150/35.
68 VGMA., Def. No: 571/100/53.
69 “bu kitabı Emine binti Mehmet, nesilden nesile, kuşaktan kuşağa evlâdına evlâd-ı evlâdına vakfetmiştir. Neuzu billah nesli kuruyacak olursa azaptan kurtulma ve sevap kazanma duygusuyla devrin salihlerine vakfetmiştir. Öyle bir vakıf ki değiştirilmez; rehin verilemez; hibe edilemez, evlâdından gayrisına verilemez…”, Eski Anadolu Türkçesine İlişkin Bir Metin: İslâmî’nin Mesnevisi, Haz. Hasan Yüksel, H. İbrahim Delice, İ. Hakkı Aksoyak, Sivas, 1996, 4.
70 Hasan Yüksel, a.g.e., 69-73.
71 VGMA., Def. No: 583/4.
72 VGMA., Def. No: 581/488.
73 VGMA., Def. No: 580/127/-139/77.
74 Def. No: 582/414/324.
75 14 Cemaziye’l-ahir 1282 tarihli Ayşe Sıddıka Hanım binti Abdülkadır Bey Vakfı, VGMA., Def. NO: 610/173-174.
76 “…ve ba’de ihraci’l-masârif galle, i mezkûreden her ne fazla kalur ise, fazla, i mezkûrenin rub’u asl-i mâl-ı vakfa zam olup bâki bi tamamihi dul hatun ve yetim ve yetime ve fukara-i müslimine bâ ma’rifet-i mütevelli seviyyen tevzi’ ve taksim ve i’ta oluna…”, VGMA., Def. No: 610, Sıra: 204, s. 168-169.
77 Halim Baki Kunter, “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri”, VD., I, Ankara, 1938, 103-129.
78 1321 VGMA., Def. NO: 633/225-227.
79 “.ve dahi fazla kalur ise îyd-i fıtrda eytâm-ı müslimînin hallerine münasib kaftan ve bazılarına papuç aldurulup iksâ oluna. “, VGMA., Def. No: 571/98-100.
80 VGMA., Def. No: 578/3.