Bekir Ağırdır
Dilimizde “komşu komşunun külüne muhtaçtır” diye bir söz var. Bu sözün ima ettiği şey komşuluğun yalnızca bir mekânsal paylaşım olmadığı. Komşuluk aynı zamanda derdi de sevinci de paylaşmak. Hatta biliş, tanış olma halinden öteye, hayattaki varoluş biçimlerinden ya da zeminlerinden birisi komşuluk.
Dilimizde komşuluk gibi mekânsal aidiyetten, mekânsal paylaşımdan kaynaklanan bir başka ilişki tanımı daha var: Hemşerilik.
İki kavram da bir ilişki biçimi ama aynı zamanda dayanışma, ahlaki değerler, gündelik hayat pratiklerini de belirleyen bir ilişki biçimi. Mahalle baskısı kavramının ilk üretildiği, ahlaki ve kültürel kodlamaların ilk karşılaşıldığı, sınandığı sosyalleşmenin ilk basamakları. Yürümeye başlayan bebeğin aileden sonra akrabalarla beraber ilk karşılaştığı insanlar komşular.
Yaşı 40’ın üzerindeki hemen hepimizin, gençlerin de bir kısmının nostaljik komşu anıları, hikayeleri var muhtemelen. Ancak yine muhtemelen yaşı 40’ın üzerindekilerin son zamanlarda sıkça kullandığı bir söz var: “Sokakta düşüp, yuvarlansak kimse dönüp, bakmaz.”
Karşı dairenizde oturanların adını, soyadını bu yazıyı okuyan kaç kişi söyleyebiliyor? Apartmanınızdakilerle en son ne zaman bayramlaştınız? Bayramlarda komşuların çocukları gelirse diye bayram şekeri hazır ediyor musunuz? Karşı daireden gelen çocuk ağlama sesine en son ne zaman dertlendiniz?
Bayramlarda komşularla her zaman bayramlaşırım diyenler yüzde 54, Kürt komşu istemem diyenler yüzde 58. Böyle bir çok sayısal veri sıralamak mümkün.
Ercan Kesal’ın Cin Aynası kitabındaki cümlesi ise bugünlerin ruh halini tam anlatıyor: “Kimsenin birbirine acımadığı, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği, soğuk ve umutsuz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.”
Komşuluk ölüyor mu? Yoksa önemini mi kaybediyor? Belki biçimleri değişiyor. Tarım ve sanayi toplumlarının yerleşimleri ve gündelik pratikleri içinde önemli bir ilişki zemini ve formatı olan komşuluk, bugünün post modern hayatında anlamını mı kaybediyor acaba? Öyleyse komşuluk yerine geçen ne? Ya da yeni komşuluk biçimleri ne?
Komşuluk anlam ve biçim değiştiriyor
Nostaljik duygular üreten ilişki biçimiyle komşuluk yok oluyor. Adının komşuluk olup olmadığını bilemem, ama giderek başka ilişki biçimleri komşuluk diye tanımladığımız şeyin yerine geçiyor.
1950’li yılların başında 21 milyon olan Türkiye nüfusunun yüzde 75’i kırlarda yaşıyordu. Yetmişli yılların başında nüfus 35 milyon nüfusun yüzde 62’si kırlardaydı. Kalkınma ve modernleşme sürecinin hızlanmasıyla beraber kentlere göç başlamıştı. 2000 yılına geldiğimizde ülke nüfusu 67 milyona ulaştı, kırlarda yaşayanların oranı yüzde 35’e düştü, kentli nüfus yüzde 65’e yükseldi. Bugün 80 milyonluk nüfusun, adı köy olan yerlerde yaşayanı yalnızca yüzde 7 ya da nüfusu 2000’in altındaki yerleşim yerlerinde yaşayanların nüfusu yüzde 16. Artık kentleşmiş bir Türkiye var karşımızda.
KONDA araştırmalarıyla gündelik hayat pratikleri yanı sıra ahlaki ve kültürel değerlerin neredeyse tümüyle farklılaştığını tespit ettiğimiz kent ve metropol ayrışmasına dikkat çekmeye çalışıyoruz. Nüfusu 2 bin ile 500 bin arası olan yerleri kent, bütünleşik kent nüfusunun 500 bini aştığı yerleri metropol olarak tanımlıyoruz. Bugün ülke nüfusunun yarısı 11 metropole yığılmış durumda. Nüfusun yüzde 34’ü kentlerde ve yüzde 16’sı kırlarda yaşıyor. Yalnızca kentleşmiş değil metropolleşmekte olan bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Kırlarda ve kentlerde komşuluk, hemşerilik gibi varoluş, ilişki, dayanışma biçimleri, mahalle baskısı gibi kavramlara kaynaklık eden ahlaki ve kültürel kodlamalar çalışıyor. Ama metropollerde bunların artık anlamı geleneksel tanımlarından çok farklı.
Metropol hayatında komşuluk mümkün mü?
Bir yandan metropolleşme nedeniyle bilmediğimiz, tanışık olmadığımız, muhtemelen çok büyük coğrafi ve insani kısmıyla hayatımız boyunca karşılaşmayacağımız kalabalıklar halinde yaşıyoruz. Örneğin İstanbul’da yaşayan 18 yaş üstü yetişkin nüfusun yüzde 21’i Boğaz’ı, yüzde 14’ü Eyüp Sultan’ı, yüzde 25’i Taksim Meydanı’nı, yüzde 18’i Sultanahmet Meydanı’nı görmemiş. Diğer yandan iletişim, ulaşım ve bilişim teknolojileri nedeniyle tümüyle değişmiş bir gündelik hayat ritmiyle yaşıyoruz. Çok boyutlu, çok aktörlü, belirsizlik esaslı, zaman ve mekândan giderek bağımsızlaşan bir hayat ritmi metropollerdeki.
Her gün daha da kalabalıklaşan metropollerde insanların arasındaki mesafeler kısalıyor, uzaktakilerle ilişki mesafesine yaklaşıyor. Aynı sitelerde oturmaya başlamışken, aynı plazalarda çalışmaya başlamışken ilişki mesafesi selam mesafesine dönüşüyor. Öyleyken temas ve ilişki olanağı artarken neden komşuluk ve benzeri ilişki biçimleri güçlenmiyor da aksine zayıflıyor? Ya da nerelerde, kimlerde yeni ilişki biçimleri gelişiyor da bazı yerlerde, kümelerde ilişkisizlik ağırlık kazanmaya başlıyor?
Önemli değişimlerden birisi konut ve mahalle mimarisinden kaynaklanıyor. Artık mahalleler inşa etmiyoruz. Kimliksiz apartmanlar ve giderek kimliksiz şehirler inşa ediyoruz. Gözünüzü bağlayıp götürsek Beylikdüzü’nde mi Nevşehir ya da Denizli’de mi olduğunuzu ayırt edemeyeceğiniz mekânlar inşa edip, buralarda hayat kurmaya çalışıyoruz. Ortak hayat eğer katılıyorsak apartman toplantılarından ibaret.
İkincisi mesafeler daralıyor olsa da gelenlere, bize doğru yaklaşanlara karşı önyargılarımız, ötekileştirici ezberlerimiz daha güçlü. Çünkü ülkenin 200 yıla yakındır peşinde olduğu kalkınma ve modernleşme sürecinin ürettiği farklılıklar, sorunlar uzlaşarak çözülemediği için siyasileşmiş, hatta kutuplaşmış durumda. Kutuplaşmaların ürettiği ruhi ve zihni ambargolar ötekileştirmenin tetikçisi haline dönüşmüş. Yüzde 52 insan öteki olarak tanımladığı birisini komşu olarak istemiyor, yüzde 64’ü öteki olarak tanımladığı birisi komşusu olarak yaşıyorsa bile ilişki kurmuyor.
Üçüncüsü, metropoldeki hızlı gündelik hayatın ritmi belirsizlik ve karmaşıklık esaslı. Bu gündelik hayat pratiği endişe duygusu ve güvenlik ihtiyacını tetikliyor. Toplumun yüzde 55’i gelecek endişesi taşıyor. Gelecek algısı ortalama 10 yıl ve toplumun üçte biri gelecek deyince 3 yıldan daha ötesini tahayyül edemeyecek derecede kurumlara güvensiz. Hukukun üstünlüğüne güven son derece düşük; yüzde 58 insan mahkemelere yolu düşse, zengin-fakir olma haline göre ayrımcılık göreceğini düşünüyor. Tanıştığı insana ilk anda güven duyanlar yalnızca yüzde 9. Bu olumsuzlukları ötekileştirmelerle, kutuplaşmalarla tetiklediğinizde ilişkiye gönülsüzlük, isteksizlik esas hale geliyor.
Komşuluğun fonksiyonları
iki farklı yöne doğru kayıyor
Böyle bir gündelik hayatın içinde insani ilişki komşuluk, hemşehrilik gibi ortak alandan daha özel ve dar olana ya da daha genel ve soyut alana doğru, iki yönlü biçimde değişiyor.
Aile tanımı kırlardaki biçiminden değişiyor. Geniş aile kentleşmeyle beraber çekirdek aileye dönüyor, şu anda da ülke ortalama hane nüfusu 3,8 kişi. Ama aile tanımı “duygusal, ilişki bazlı geniş aile” biçiminde genişliyor. Mekân paylaşımı daralsa da bugünün teknoloji ve imkânları sayesinde aile, aile değerleri, aile pratikleri daha da önemli hale geliyor. Diğer yandan kimlikler, yeni aidiyetler, mezun olunan okul ağ ve örgütleri, taraftarı olunan takım ağları, köy-kasaba güzelleştirme dernekleri, mezuniyet günleri ya da hemşeri piknikleri gibi başka kimlik ve ilişki zeminleri gelişiyor. Daha geleneksel hayatın sürdüğü metropol mahallelerinde, varoşlarda cami cemaatinden olmak komşuluktan daha ağırlıklı referansa dönüyor. Komşuluk için bahane kalmıyor.
En sık tıkladığınız Facebook hesabı, her gün ne yazmış diye baktığınız Twitter fenomeni, referans aldığınız bir internet sitesi ya da bir blogger size karşı dairenizde yaşayanlardan daha yakın artık. Belediye kültür merkezinde beraber kursa gittiğiniz, sabah yürüyüşlerinizde karşılaştığınız, mahalle sağlık ocaklarında ilaç yazdırma kuyruğunda daha sık karşılaştıklarınız da karşı dairenizdeki insanlardan daha yakın.
Daha da önemlisi komşuluk pratiği kadınların var ettiği, kadınlarla sürdürülen bir ilişki biçimi. Metropol hayatında iş hayatına dahil olan kadının geleneksel rollerini de taşıma zorunluğu içinde komşuya, komşuluğa ayıracak vakti kalmıyor. Çalışamayan kadınların önemli bir kısmı ise hala geleneksel ve cinsiyetçi ahlaki kodlamalara mahkumlar. Bu kısıtlar içinde onların büyük kısmı için yeni komşuları, TV ekranlarındaki gelin evi, evleneceksen gel türü programlardaki figürler artık.
Genel gündelik hayat ritmindeki değişim ya da bize özel kültürel, siyasal nedenlerle komşuluk, hemşerilik gibi ilişki biçimlerinin geleneksel tanım ve anlamları giderek zayıflıyor. Komşuluk metropol hayatı içinde ihtiyaç duygusu zayıflayan bir ara form olma haline doğru itilerek zayıflıyor.
Bu nedenle de komşuluğa nostaljik bakışlar, sözler yerine, yeni gündelik hayat içinde bir ilişki ve dayanışma formatı olarak komşuluğu nasıl tanımlarsak güçlendirebiliriz, komşuluk üzerinden sıkıştığımız kimlik ve kutuplaşma meselelerini aşabilir miyiz gibi yeni sorulara cevap arama zamanıdır.